“Ama”nın öncesinden de sonrasından da korkmayan adam: Kemal Tahir

Nedendir bilmem, “ama”nın öncesinde söylenenlerin hükümsüz ya da yalan olduğuna inananlar çoğaldı. Bunun ithal bir anlayış olduğunu düşünüyorum. Mesela NLP’de (nörolinguistik programlama) çok sık bahsediliyor bu konudan; “ama”yı dikkatli kullanın diye uyarıyorlar insanı. Hatta cesur yürek Ned Stark bile Game of Thrones’da bu cümleyi kullanıyor. Aman ha, “ama” demeyin! Ben de soruyorum: Neden? “Ama”nın öncesi de sonrası da doğru olabilir pekâlâ. “Seni seviyorum ama birlikte mutlu olabileceğimizi sanmıyorum.” Niçin bu cümlenin yarısı doğru yarısı yalan olsun? Neden her şey siyah ya da beyaz olmak zorunda? Nedir bu katılık, bu kusursuzlaştırma çabası?

Daha da ileri gideyim: Hz. İsa çarmıhta “Eli, Eli, lema şevaktani?” demedi mi (“Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?”) Hz. Musa kekeme değil miydi? Hz. Muhammed yanına gelen kör adama yüzünü buruşturup da Allah’tan azar işitmedi mi? Tam ters taraftan bakarsak, Hitler tüm vahşetine rağmen müthiş bir hatip değil miydi?

Kusursuzluk beklentisi, sadece duymak istediklerimizi işitme riyakarlığı, putlaştırma alışkanlığı derken, hepsi bir araya gelmiş, şu meşhur “kırmızı çizgiler” her yere çekilmiş. Bir insanın/topluluğun/halkın bu kadar çok kırmızı çizgisi varsa, orada sorun var demektir. Çünkü herkes çizgisini çeker ve ortalık “tam kapanma” (!) dönemindeki market raflarına döner.

Oysa ne diyor The Mahabharata’da? (Uyarayım: Linkte Peter Brook’un yönettiği 5,5 saatlik film var. Ben tabii ki hepsini seyretmedim. Kahraman kocam bayıla bayıla izledi, en beğendiği kısımları sonra bana izletti. Bir nevi danışmanlarından kitap özeti alan bir başkan kadar forsluyum bu âlemde.) Hiç kimse külliyen iyi ya da külliyen kötü değildir. İyi ile kötünün bir aradalığı neden bizi bu kadar ürkütüyor? Ayna etkisi mi yapıyor acaba?

Bu uzun girizgâhtan sonra, geleyim meramıma: Kemal Tahir neden ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyor? “Esir Şehir Üçlemesi”ni (Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı) okursanız bu sorunun cevabını büyük ölçüde alacaksınız. Tarihi doğrusal okuma eğilimimizin sakatlığı bir yana, bıçakla keserek dönemleştirmeye de bayılıyoruz. Resmî ve ideolojik tarih anlayışından bahsediyorum elbette. Okullarda da bu tarih okutulduğu için ömrümüzün önemli bir kısmı, daha da önemlisi, beynimizin kuru sünger gibi en aç olduğu dönem bu tarihle geçiyor. Alpaslan Cuma namazını kıldıktan sonra beyaz atının kuyruğunu örmeye, Abdülaziz bir oturuşta bir kuzu yemeye, bu arada da şu tarihte bu, bu tarihte şu olmaya devam ediyor. Matbaa Osmanlı’ya geç geliyor. Bütün mesele bu!

Kemal Tahir’in bu kalıplara karşı söyleyecek sözü var, o yüzden de hiçbir tarafa sevimli görünmeye çalışmıyor. Tam da gerçekten bir “derdi” olan insanların yapacağı gibi, olanı görüp anlatmaya çalışıyor. Çünkü dert büyük; dert vatan, dert millet, dert oradan oraya çekiştirilmekten kolları uzayıp kopmuş bir toplum, dert yozlaşma.

Jön Türklerin ve sonrasında İttihat ve Terakki’nin ardındaki vatansever niyetin sonradan kişisel hırslarla ve liyakatten yoksun, kifayetsiz muhterislerle kirletilmesinden bahsedeceksek, bu adamların her şeye rağmen bu toprakların en zor zamanında can vermeyi göze aldıklarını görmeyecek miyiz mesela? Savaşlar kazanıp sonra siyasete geçince pusulasını şaşıranların her devirde var olduğunu inkâr mı edeceğiz? Yokluktan gelenlerin varlığa doyamayışını? Ekmeğinin derdinde olan bir halkın hiç anlamadığı siyasi oyunlarda figüran oluşunu?

Eh işte, kimini safi melek kimini safi şeytan olarak görmeyi reddederseniz, sonunuz Kemal Tahir gibi olur. Marksist olursunuz ama solcular sizi sevmez. Sağcılara yakın gelen yanlarınız olur ama onlar da işlerine geleni alır, gerisini bırakır. Derdiniz iyi-kötü “gerçek” ise kendinizden başka dermanınız olmaz. O zaman da böyle yazıp durursunuz.

Kemal Tahir külliyatını okumadım, mesela “köy romanı” kategorisindeki romanları için yorum yapamam. Ama özellikle Kurtuluş Savaşı ve Erken Cumhuriyet dönemi için geleneksel bakış açılarından biraz olsun sıyrılmak, destanlar yazılırken nelerin/kimlerin feda edildiğini, raydan çıkanların ödettiği bedelleri görmek istiyorsanız Esir Şehir Üçlemesi, Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu’nu okuyunuz. Size Yaban’dan daha geniş bir perspektif sunacaktır.

Bu yazıyı okumaya üşenip “biz video nesliyiz” diyorsanız buyurun:

Kemal Tahir üzerine çok-yönlü bir seminer için sizi buraya alayım:

Prof. Dr. İsmail Coşkun’un Kemal Tahir anlatımı için de tabii ki Kültür Tarih Sohbetleri’ne bağlanalım:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir