Bir çevirmenin portresi…

Bugüne dek çoğunlukla çevirmenin ve okurun sorumluluklarından, çevirinin zorluğundan, beklentilerden söz ettik. Fakat çeviri sürecini bire bir ele almadık. Oysa bu süreç bambaşka bir dünyadır. Çevirmenin yaşadıkları, sıkıntıları, pes etmeye yeltenip de yeniden toparlanması, bilgisayara düşman oluşu, kendisini eve kapatıp sözcüklerle savaşması, barışması…

İşte size bir çeviri öyküsü:

(Tırnak içinde yazılı olanlar, çevirmenin aklından geçenlerdir.)

***

Çevirmen cesurdur: “Aslında bu yazarla özel bir bağım yok. Ama yine de bu kitabı çevirmek istiyorum. Yazarın çok bilinen bir kitabı değil. Okur için de değişik bir deneyim olabilir. Benim için ise başlı başına bir mücadele. Mutlaka çevirmeliyim.” Burada sözünü ettiğimiz şey çevirmenin egosudur. Hatta bana kalırsa olmazsa olmazıdır. Çünkü sözcüklerle, cümlelerle olan savaşını ancak bu şekilde kazanabilir.

Çevirmen araştırmacıdır: “Panteizm, Eski Ahit, Matta İncili, Vedalar, İbrahim peygamber, Kızılderili inançları… Ne çok şey var öğrenilmesi gereken. Hepsini bilmeliyim, hepsini! Ama zaman yok! Özetler bulmalıyım. İnternet’in altını üstüne getirmeliyim.” Çevirinin bir dilden başka bir dile aktarımdan ibaret olmadığını daha önce belirtmiştik. Bu anlayış, beraberinde hem müthiş bir bilgi doyumunu hem de yorucu bir bilgi yüklemesini getirir. Bilgiyi aldıktan sonra işlemek, yani erek dile en uygun biçimde aktarmak ise, araştırma sürecinin sonlanıp ifade sürecinin başladığı anlamına gelir.

Çevirmen kuşkucudur:Skinner… Derici, deri yüzücü, tabaklayıcı, katır sürücüsü… İyi ama bu cümleye uymuyor bir türlü. Başka bir şey olmalı.” Çevirmen önceki ve sonraki paragraflara bakar küçücük bir ipucu bulmak için. Nafile! “Biraz daha kurcalayayım. Mutlaka başka bir anlamı olmalı.” Aradan saatler geçer. O sözcüğün sırrı çözülemediği için çeviri yarım kalmıştır. Tek bir sözcük, bütün akışı bozar. Ama araştırma devam eder. Sonunda İnternet’in bir köşeciğinde, pek çok tanımın altında, sanki yüzyıllardır kullanılmıyormuş gibi duran bir tanım bulur çevirmen. “Tamam, işte bu! Koca bir gün tek sözcükle geçti ama buldum sonunda!”

Çevirmen detaycıdır: “Bu sözcüğü daha önce nasıl çevirmiştim acaba? Onlarca sayfa gerideydi.” Kitap, pek çok sözcüğün/duygunun/tanımın/düşün peş peşe dizildiği, kendi içinde tutarlı olması gereken, aldatılmayı kabullenmeyen bir sevgilidir. Bu sevgiliye özen gösterilmez, onun bütünlüğü bozulursa, kitap ile okur arasındaki ilişki kopuverir. Çevirmen bu ağır yükün altında ezilir, bu kaygıyı içinde hissederek ayrıntılara takılıp kalır.

Çevirmen biraz da paranoyaktır: Çeviri süreci biter. Çevirmen gözlerini kapatır, biraz dinlenir. İçi hâlâ rahat değildir. Son okuma henüz yapılmamıştır. Birkaç derin nefesten, birkaç günlük zihin dinlenmesinden sonra okuma süreci başlar. Bu süreç içinde de sözcüklerle dans edilir, bazılarıyla küsülür, bazılarıyla barışılır. Ve son cümle de okunup bittikten sonra çevirmen kendi kendisine konuşur: “Tamam sanırım. Yani, oldu gibi geliyor bana. Hatta beğendim yaptığım işi. Bu çok ürkütücü! Kendimi mi kandırıyorum acaba?”

Fakat artık zaman kalmamıştır (hatta çoğu kez, çeviri için verilen süre aşılmıştır). Çevirinin yayınevine gönderilmesi gerekir. “Gönder” tuşuna basarken elleri titrer çevirmenin. Ve sıradaki savaşa hazırlanmaya başlar.

 

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Mart 2009

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir