Mesele sıkılmak değil. Hatta bu süreçte hiç sıkılmadığımı, bilakis zamanı çok verimli kullandığımı söyleyebilirim. Her gün Fatih-Sahrayıcedit arasında gidip gelme yorgunluğu olmayınca, sabahtan akşama kadar ajans mesaimi tamamladıktan sonra bile enerjim kaldı ve istediğimi yaptım. Son okuduğum kitap hakkında bir yazı yazdım, herhalde yakında yayınlanır. (Hatta belki okuduğum kitapları Instagram’da da anlatmaya başlarım.) Bilgisayarımdaki dosyaları düzenledim. Kenara köşeye aldığım notları elden geçirmeye başladım. Bir makaleye başlamak üzere hazırlıklarımı yaptım. Ne zamandır bekleyen bir öyküyü kafamda oturttum gibi. Evdeki işlerle uğraştım. Hatta hiç telaş etmeden, zevkle yemek pişirdim. ALES’e hazırlandığım için birkaç test çözdüm. Sosyoloji okumalarımı bir düzene koymaya başladım. Freud’u ve Two Popes’u seyrettim. Outlander’ı bırakmaya karar verdim. Kedimizin sürekli ayağımın dibinde uyumasının tadını çıkardım. Eşim sigarayı bıraktı, ben de epeyce azalttım.
Uzun lafın kısası, bütün ömrümü böyle geçirebilirim, hiç de şikayetçi olmam. Bütün bunları yaparken bir yandan da benim için kritik bir soruyu kendime sorup durdum: Yazıdaki içtenliğimi hangi noktada kaybettim? Son dönemde beni yazmaktan alıkoyan şeyin bu olduğunu biliyorum. Ama sebebini çözemiyordum. Anladığım kadarıyla romanımla çok ilgisi var bu gerilim hâlinin. Sanki sürekli olarak kendimi kanıtlama çabası içindeyim. Oysa gereği yok, biliyorum. O roman yazıldı ve bitti. Yenilerinin yazılabilmesi de sıradanlıktan güç alan bir samimiyete bağlı. Her zaman olduğu gibi… Bir yandan kendimi işlemeye devam ediyorum yani. Yontmaya da diyebiliriz tabii.
Bu sırada, çalıştığım yayınevilerinin birinden de ilginç bir öneri geldi. İBB, sosyal medya kanallarında yayınlamak üzere yazarlardan Evde Kal mesajı veren videolar istiyormuş. Katılmak isteyip istemediğimi sordular. İçim elverip de “tamam” diyemedim. İlk gün ben de #EvdeKal demiştim elbette, çünkü hepimiz için bu çok önemliydi. Ne var ki şimdi ben evdeyim, ama mesela kardeşim işe gitmek zorunda. Ya da arkadaşlarım. Ya da sizler, hiç tanımadığım insanlar işe gitmek zorundasınız. Her gün. Mecburen. Evde kalAmayanlar için de sesimizi yükseltmediğimiz sürece Evde Kal dememin bir anlamı var mı? Onlara yapılan bu büyük haksızlığı, bu önceliklendirilmeme durumunu telafi edecek mi Evde Kal demek? Kardeşim benden daha mı değersiz? Veya benim yaptığım iş kardeşiminkinden daha mı önemsiz? Hangi taraftan bakarsanız bakın, bir seçim yapılmış gibi. Ve bu çok canımı sıkıyor. Şu anda doktorlar, virologlar, biyologlar dışında hangimizin işi önemli? Üretim ya da ihracat hangimizden daha değerli?
Kırılgan olan dünya değil, insan. Bu süreç, kendimizi yontmamıza vesile olmanın yanında, nasıl bir dünyada yaşamak istediğimize dair fikrimizi de şekillendirmeli. Sesimizi çıkarabilecek miyiz? İnsanlığımızı yeniden hatırlayabilecek miyiz? Yolda bir yerlerde düşürdüğümüz adalet duygumuzu yeniden bulabilecek miyiz? Bizi zapteden zincirlerin farkındayım. Hatta kimimizin zinciri diğerlerine göre çok daha kısa tutuluyor, biliyorum. Ama ölümün, yani aslında hep bir ihtimal olarak yanıbaşımızda duran fakat çoğu kez görmezden geldiğimiz o gerçeğin hükmü, zincirleri geçersiz kılıyor.
Poe’nun “Kuyu ve Sarkaç” öyküsünü okumuş muydunuz? Okuduysanız zindanın duvarlarını el yordamıyla ölçmeye çalışmanın, içinde bulunduğumuz durumu anlama çabasının değerini biliyorsunuzdur mutlaka. Hepimiz kendimizi yontacağız, kanatacağız, lime lime edip anlamaya çalışacağız. Neden burada olduğumuzu ve neler kaybettiğimizi hatırlayan kadar. Ortak öze ulaşana kadar. Başka çaremiz yok.